Uluslararasi Antlaşmalarla Vatandaşliğin Kazanilmasi

Uluslararası antlaşmalarla vatandaşlığın kazanılması, modern vatandaşlık hukukunun en teknik ama bir o kadar da pratik alanlarından biridir. Devletler, ikili ya da çok taraflı uluslararası antlaşmalar, çifte vatandaşlık, vatansızlığın önlenmesi ve askerlik/mali yükümlülükler gibi konularda ortak kurallar koyarak, kişilerin hangi devletin vatandaşı sayılacağını birlikte belirlemeye çalışır.

Bugün birçok ülke, vatandaşlığın doğumla veya sonradan kazanılmasına ilişkin iç hukuk kurallarını; vatansızlığı azaltmaya, çoklu vatandaşlıkla ortaya çıkan sorunları çözmeye ve insan haklarını korumaya yönelik uluslararası sözleşmelerle uyumlu hale getiriyor. Bu yazıda, tam da bu çerçevede uluslararası antlaşmalarla vatandaşlığın kazanılması kurumunu ele alacağız.

Uluslararası antlaşmaların vatandaşlık kazanımındaki yeri nedir?

Uluslararası antlaşmalar, vatandaşlık kazanımında doğrudan başvuru yapılan klasik bir yol değildir; daha çok devletler arasında yapılan toplu ve istisnai düzenlemeler yoluyla vatandaşlık statüsünü etkiler. Özellikle savaşlar, sınır değişiklikleri, devletlerin bölünmesi veya birleşmesi gibi büyük siyasal dönüşümlerde, kişilerin hangi devletin vatandaşı sayılacağını belirleyen çerçeve çoğu zaman antlaşmalarla çizilir.

Bu nedenle vatandaşlık, kural olarak iç hukukun konusu olsa da, kitlesel statü değişikliklerinde uluslararası antlaşmalar belirleyici bir rol oynar ve devletlerin bu alandaki takdir yetkisini sınırlandırabilir.

Vatandaşlığın devletlerin egemenlik alanı olması

Klasik uluslararası hukuk anlayışına göre vatandaşlık, devletlerin egemenlik yetkisinin çekirdeğinde yer alır. Hangi şartlarla vatandaşlık verileceği, kimlerden geri alınacağı, hangi belgelerin isteneceği gibi konular esasen her devletin kendi hukuk düzeniyle belirlenir.

Uluslararası Adalet Divanı da Nottebohm davasında, bir kişinin hangi devletin vatandaşı olduğunun öncelikle o devletin iç hukukuna göre belirlendiğini, vatandaşlığın en yoğun etkilerini de o devletin hukuk düzeni içinde gösterdiğini vurgulamıştır.

Bununla birlikte, günümüzde bu egemenlik sınırsız kabul edilmez. Ayrımcılık yasağı, vatansızlığın önlenmesi, insan haklarına saygı gibi ilkeler, devletlerin vatandaşlık alanındaki düzenlemelerine dışarıdan hukuki sınırlar getirir. Uluslararası antlaşmalar da tam bu noktada devreye girerek, devletlerin vatandaşlık politikalarını belli standartlara uymaya zorlar.

Uluslararası hukukta vatandaşlık kavramına genel bakış

Uluslararası hukukta vatandaşlık, bir kişi ile devlet arasındaki hukuki ve siyasal bağ olarak tanımlanır. Bu bağ, sadece pasaport veya kimlikten ibaret değildir; diplomatik koruma, siyasal katılım, askerlik, vergi gibi hak ve yükümlülüklerin temelini oluşturur.

Modern yaklaşım, vatandaşlığın “etkin bağ” ilkesine dayanması gerektiğini kabul eder: Kişinin fiili yaşam merkezi, aile bağları, ekonomik ve sosyal ilişkileri ile uyumlu bir vatandaşlık ilişkisi aranır. Nottebohm kararında da, bir vatandaşlığın uluslararası planda ileri sürülebilmesi için, kişi ile devlet arasında gerçek ve etkili bir bağ bulunması gerektiği belirtilmiştir.

Ayrıca uluslararası belgeler, özellikle Avrupa düzeyindeki sözleşmeler, vatandaşlığın kazanılması ve kaybında keyfiliğin önlenmesi, vatansızlığın azaltılması ve insan haklarına saygı gibi ilkeleri öne çıkarır.

Antlaşmalarla vatandaşlık kazanımının diğer yollarla (doğum, evlilik, naturalizasyon) farkı

Vatandaşlık genellikle üç ana yolla kazanılır:

  • Doğumla vatandaşlık (jus soli / jus sanguinis)
  • Evlilik yoluyla vatandaşlık
  • Bireysel başvuruya dayalı naturalizasyon

Bu yolların ortak özelliği, bireysel nitelikte olmalarıdır; kişi tek tek başvurur, şartları sağlar ve idarenin kararıyla vatandaşlık kazanır.

Antlaşmalarla vatandaşlık kazanımı ise çoğu zaman:

  1. Toplu ve otomatik niteliktedir: Bir barış antlaşması, nüfus mübadelesi anlaşması veya devlet halefiyeti düzenlemesiyle, belirli bir bölgede yaşayan herkesin ya da belirli bir gruba mensup kişilerin vatandaşlığı bir anda değişebilir.
  2. Devletler arası mutabakata dayanır: Burada belirleyici olan, bireyin iradesinden çok, devletlerin aralarındaki siyasal ve hukuki uzlaşmadır. Bazı antlaşmalar bireylere tercih hakkı (optasyon) tanısa da, çerçeveyi yine devletler çizer.
  3. Uluslararası sorumluluk doğurabilir: Antlaşmaya aykırı vatandaşlık uygulamaları, sadece iç hukuk sorunu değil, aynı zamanda uluslararası sorumluluk meselesi haline gelir.

Bu yönleriyle antlaşmalarla vatandaşlık kazanımı, klasik doğum, evlilik veya naturalizasyondan farklı olarak, kolektif ve siyasal bir karakter taşır; bireyin kişisel başvurusundan çok, uluslararası düzenlemelerin sonucu olarak ortaya çıkar.

Hangi tür uluslararası antlaşmalar vatandaşlık kazandırabilir?

Uluslararası antlaşmalar, normalde bireysel başvuruya dayanan vatandaşlık kazanımından farklı olarak, toplu ve otomatik vatandaşlık sonuçları doğurabilir. Özellikle nüfus mübadelesi, toprak devri, sınır değişikliği ve devlet halefiyeti gibi durumlarda, antlaşma hükümleri doğrudan “kim hangi devletin vatandaşı sayılacak” sorusuna cevap verir. Aşağıdaki antlaşma türleri bu açıdan öne çıkar.

Devletler arasında nüfus mübadelesi ve yer değiştirme antlaşmaları

Nüfus mübadelesi veya zorunlu yer değiştirme öngören antlaşmalar, genellikle taraf devletler arasında toplu vatandaşlık değişimi yaratır. Bu tür antlaşmalarda:

  • Belirli bir etnik, dini ya da dilsel gruba mensup kişiler,
  • Belirli bir tarihte belirli bir bölgede ikamet edenler,

otomatik olarak bir devletten çıkıp diğer devletin vatandaşlığına geçirilir. Klasik örneklerde, kişilere çoğu zaman gerçek bir “seçme hakkı” tanınmaz; vatandaşlık, mübadeleye konu nüfusun yeni yerleşim devletine geçmesiyle birlikte kendiliğinden değişir. Bu nedenle nüfus mübadelesi antlaşmaları, hem zorunlu göç hem de toplu vatandaşlık kazanımı bakımından en sert araçlardan biridir.

Toprak devri ve sınır değişikliği içeren antlaşmalar

Bir devletin başka bir devlete toprak devretmesi veya sınırların yeniden çizilmesi de vatandaşlık üzerinde doğrudan etki yaratır. Uygulamada iki temel model görülür:

  1. Otomatik vatandaşlık: Devredilen bölgede “mutad meskeni” bulunan kişiler, yeni egemen devletin vatandaşı sayılır; eski vatandaşlık çoğu zaman kendiliğinden sona erer.
  2. Seçim hakkı (opsiyon): Kişilere, belirli bir süre içinde eski vatandaşlıklarını koruma veya yeni devletin vatandaşlığını kabul etme imkânı tanınır. Bu durumda antlaşma, hem yeni vatandaşlığın kazanılma şartlarını hem de başvuru süresini ayrıntılı düzenler.

Bu tür antlaşmaların amacı, sınır değişikliğinden etkilenen kişilerin vatansız kalmasını önlemek ve hukuki belirsizliği en aza indirmektir.

Devlet halefiyeti (devletin bölünmesi, dağılması, birleşmesi) durumunda yapılan düzenlemeler

Bir devletin bölünmesi, dağılması veya başka bir devletle birleşmesi halinde ortaya çıkan devlet halefiyeti, vatandaşlık hukukunun en karmaşık alanlarından biridir. Bu durumlarda yapılan antlaşmalar genellikle:

  • Hangi kişilerin hangi halef devletin vatandaşı olacağını,
  • İkamet, doğum yeri, soy bağı veya etnik aidiyet gibi kriterlerin nasıl kullanılacağını,
  • Çifte vatandaşlık ve vatansızlık risklerinin nasıl yönetileceğini

ayrıntılı biçimde belirler. Uluslararası hukukta, halefiyet durumlarında kişilerin en az bir devletin vatandaşlığını kazanmasını sağlamak temel ilke olarak kabul edilir; bu nedenle antlaşmalar, toplu vatandaşlık kazanımını güvence altına alan hükümler içerir.

Toplu vatandaşlık kazandıran barış ve dostluk antlaşmaları

Savaşların sona erdirilmesi veya uzun süreli siyasi krizlerin çözümü için imzalanan bazı barış ve dostluk antlaşmaları da doğrudan vatandaşlık düzenlemeleri içerebilir. Bu antlaşmalar:

  • Belirli bir bölgedeki nüfusun tamamına ya da belirli gruplara,
  • Otomatik olarak veya basitleştirilmiş usullerle,

yeni bir devletin vatandaşlığını tanıyabilir. Amaç, çatışma sonrası dönemde hukuki güvenliği sağlamak, kişilerin statüsünü hızla netleştirmek ve insan hakları ihlallerini önlemektir. Bu nedenle barış ve dostluk antlaşmaları, sadece silahların susmasını değil, aynı zamanda yeni bir vatandaşlık düzeninin kurulmasını da sağlayan metinler olarak önem taşır.

Tarihte antlaşmalarla vatandaşlık kazanılmasına örnekler

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş ve Lozan benzeri düzenlemeler

Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş sürecinde vatandaşlık, büyük ölçüde uluslararası antlaşmalarla yeniden tanımlandı. 1923 tarihli Lozan Barış Antlaşması ve ek düzenlemeler, hem yeni Türk devletinin vatandaşlık çerçevesini çizdi hem de kimlerin “Türk tebaası” sayılacağını belirledi. Özellikle Türkiye ile Yunanistan arasındaki Zorunlu Nüfus Mübadelesi Sözleşmesi, din esasına göre kimlerin hangi devletin vatandaşı olacağını toplu şekilde karara bağladı.

Mübadil Rum Ortodoksların Türk vatandaşlığını kaybedip Yunan vatandaşlığına geçmesi, buna karşılık Yunanistan’daki Müslümanların Yunan vatandaşlığını kaybedip Türk vatandaşlığını kazanması, antlaşma hükümleriyle otomatik olarak gerçekleşti. Sözleşmenin 7. maddesi, göçmenlerin geldikleri ülkenin vatandaşlığını kaybedip varış ülkesinin vatandaşlığını, o ülke topraklarına ayak bastıkları anda kazandıklarını açıkça düzenliyordu.

Savaş sonrası nüfus mübadelesi anlaşmaları (örnek ülke uygulamalarıyla)

İkinci Dünya Savaşı sonrasında da benzer nüfus mübadelesi ve yer değiştirme anlaşmaları, vatandaşlığın toplu olarak değişmesine yol açtı. Polonya ile Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ne bağlı Litvanya, Ukrayna ve Beyaz Rusya cumhuriyetleri arasında 1944’ten itibaren yapılan anlaşmalar, etnik Polonyalıların Polonya’ya, etnik Litvanyalı, Ukraynalı ve Belarusluların ise ilgili Sovyet cumhuriyetlerine taşınmasını öngörüyordu.

Bu anlaşmalarda, belirli bir tarihten önceki ikamet ve eski vatandaşlık statüsü esas alınarak, göç edenlerin yeni devlette vatandaşlık kazanması kolaylaştırıldı. Çoğu durumda, antlaşma gereği taşınan kişiler, varış ülkesinde otomatik vatandaşlık ya da son derece basitleştirilmiş bir kayıt prosedürüyle yeni vatandaşlığa geçirildi. Böylece milyonlarca insanın hukuki bağı, tek tek başvuru yerine, devletler arası metinlerle topluca yeniden kuruldu.

Sovyetler Birliği’nin dağılması ve ardıl devletlerin vatandaşlık düzenlemeleri

1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılması, antlaşmalarla ve ulusal yasalarla vatandaşlık belirlemenin en çarpıcı örneklerinden birini oluşturdu. Yeni kurulan veya bağımsızlığını yeniden kazanan devletler, hem kendi anayasaları hem de karşılıklı anlaşmalarla eski Sovyet vatandaşlarının statüsünü düzenledi.

Rusya Federasyonu, 1991 tarihli ilk vatandaşlık yasasıyla, 6 Şubat 1992’de Rusya’da sürekli ikamet eden tüm eski Sovyet vatandaşlarını otomatik olarak Rus vatandaşı kabul etti; isteyenlere belirli süre içinde bu statüyü reddetme imkânı tanındı. Benzer şekilde Ukrayna, 13 Kasım 1991 itibarıyla ülkede daimi ikamet eden ve başka vatandaşlığı olmayan kişileri otomatik olarak Ukrayna vatandaşı saydı; doğum yeri veya ebeveyn bağına göre ek kazanım yolları da öngördü.

Bu süreçte bazı ardıl devletler arasında, çifte vatandaşlık, karşılıklı tanıma ve statüsüzlüğün önlenmesi için ikili anlaşmalar yapıldı. Böylece Sovyet sonrası coğrafyada milyonlarca insan, tek tek başvuru yerine, devlet halefiyeti çerçevesinde kabul edilen yasalar ve anlaşmalar sayesinde yeni vatandaşlık statüsüne kavuştu.

Antlaşmalarla vatandaşlık kazanımında temel uluslararası ilkeler

Keyfiliğin önlenmesi ve hukuki güvenlik ilkesi

Uluslararası hukukta vatandaşlık artık sadece “devlet isterse verir, isterse alır” alanı olarak görülmüyor. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 15. maddesi herkesin bir vatandaşlığa sahip olma hakkını tanıyor ve kimsenin keyfi olarak vatandaşlıktan yoksun bırakılamayacağını açıkça söylüyor. Bu yaklaşım, Birleşmiş Milletler insan hakları organlarının karar ve raporlarında da sürekli tekrar ediliyor.

Keyfilik yasağı, antlaşmalarla vatandaşlık kazanımı veya kaybı düzenlenirken üç temel sonucu beraberinde getirir:

  1. Kurallar önceden belli, ulaşılabilir ve öngörülebilir olmalıdır (hukuki güvenlik).
  2. Vatandaşlık kazanımı ya da kaybı mutlaka kanuna dayanmalı, idarenin serbest takdirine bırakılmamalıdır.
  3. Uygulama, meşru bir amaç gütmeli ve orantılı olmalıdır; özellikle vatansızlığa yol açan sonuçlar istisnai görülür. 1961 Vatansızlığın Azaltılması Sözleşmesi, vatandaşlıktan çıkarma ve kayıp hallerini sıkı şartlara bağlayarak bu ilkeyi somutlaştırır.

Antlaşmalarla toplu vatandaşlık kazanımı öngörüldüğünde de, kişilerin hangi devlete bağlanacağını belirleyen kriterlerin (ikamet, doğum yeri, aile bağı gibi) açık ve öngörülebilir olması hukuki güvenliğin bir gereği kabul edilir.

Ayrımcılık yasağı ve eşit muamele ilkesi

Vatandaşlık alanında ayrımcılık yasağı, hem genel insan hakları sözleşmelerinden hem de özel vatandaşlık ve statüsüzlük sözleşmelerinden doğar. Irk Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılması Sözleşmesi, Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi ve çocuk haklarına ilişkin düzenlemeler, vatandaşlığa erişimde ve vatandaşlıktan yoksun bırakmada ayrımcılığı yasaklar.

Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu ve İnsan Hakları Konseyi, özellikle ırk, etnik köken, din, cinsiyet gibi temellere dayalı vatandaşlık düzenlemelerini insan hakları ihlali olarak nitelendirmiştir. Avrupa insan hakları sisteminde de, ayrımcılık yasağı protokolleri, kanunla tanınan her türlü hakkın (vatandaşlıkla bağlantılı olanlar dahil) ayrımcılık yapılmadan kullanılmasını şart koşar.

Bu çerçevede, uluslararası antlaşmalarla belirli bir nüfusa vatandaşlık tanınırken, cinsiyet, etnik köken veya din temelinde dışlayıcı hükümler getirilmesi, çağdaş uluslararası hukuk anlayışıyla bağdaşmayan bir durum olarak görülür.

Çifte vatandaşlık, tek vatandaşlık ve antlaşmaların rolü

Uzun süre boyunca birçok devlet tek vatandaşlık ilkesini korumaya çalıştı; çifte vatandaşlık çoğu yerde istisna idi. Günümüzde ise göç hareketleri, karma evlilikler ve devlet halefiyeti gibi nedenlerle çifte vatandaşlık daha yaygın ve daha çok kabul gören bir olgu haline geldi. Bu dönüşümde, devletler arasında yapılan ikili ve çok taraflı antlaşmalar önemli rol oynuyor.

Bazı antlaşmalar, belirli gruplara vatandaşlık tanırken önceki vatandaşlığın korunmasına izin veriyor; bazıları ise yeni vatandaşlığı kabul edenlerin eski vatandaşlığından çıkmasını şart koşuyor. Özellikle vatansızlık riskinin yüksek olduğu durumlarda, uluslararası belgeler devletleri daha esnek olmaya ve kişilerin en az bir vatandaşlıklarını koruyabilmelerine imkân tanımaya teşvik ediyor. 1961 Sözleşmesi, vatandaşlıktan çıkarma hallerini sınırlandırarak, çifte vatandaşlıkla ilgili düzenlemelerin de vatansızlığa yol açmamasını hedefliyor.

Mülteciler ve vatansızlar bakımından özel koruma

Mülteciler ve vatansız kişiler, vatandaşlık bakımından en kırılgan gruplar arasında. 1954 Vatansız Kişilerin Statüsüne İlişkin Sözleşme ve 1961 Vatansızlığın Azaltılması Sözleşmesi, bu kişilerin korunması ve mümkün olduğunca bir vatandaşlığa kavuşturulması için ayrıntılı hükümler içeriyor.

Birleşmiş Milletler raporları, vatandaşlıktan çıkarma veya antlaşmalarla yapılan nüfus düzenlemeleri sonucunda kişilerin vatansız kalmasının kural değil, istisna olması gerektiğini; böyle bir sonucun ancak çok sınırlı ve meşru sebeplerle kabul edilebileceğini vurguluyor.

Antlaşmalarla vatandaşlık kazanımı söz konusu olduğunda, mülteciler ve vatansızlar için:

  • Vatansızlığın önlenmesi,
  • Aile birliğinin korunması,
  • Çocukların doğumla veya kolaylaştırılmış usullerle vatandaşlık kazanabilmesi gibi güvenceler öne çıkıyor. Bu ilkeler, hem insan hakları hukukunun hem de mülteci ve statüsüzlük rejiminin ortak paydasını oluşturuyor.

Avrupa Vatandaşlık Sözleşmesi ve vatandaşlık kazanımı

Sözleşmenin amacı ve kapsamı

Avrupa Vatandaşlık Sözleşmesi, Avrupa Konseyi çerçevesinde 1997’de kabul edilen ve 2000’de yürürlüğe giren, vatandaşlık alanındaki ilk kapsamlı bölgesel sözleşmedir. Temel amacı, devletlerin vatandaşlık konusundaki egemen yetkisini tamamen ortadan kaldırmak değil, bu yetkinin uluslararası hukukun genel ilkeleri, insan hakları ve özellikle de vatansızlığın önlenmesi ile uyumlu kullanılmasını sağlamaktır.

Sözleşme, yalnızca vatandaşlığın kazanılması ve kaybını değil; çok vatandaşlık, devlet halefiyeti durumunda vatandaşlık, askerlik yükümlülükleri, usule ilişkin güvenceler ve devletler arası iş birliği gibi konuları da kapsar. Böylece hem genel ilkeleri hem de ayrıntılı teknik kuralları bir araya getiren çerçeve bir metin niteliği taşır.

Vatandaşlığın kazanılması ve kaybına ilişkin getirdiği esaslar

Sözleşme, her devletin kimin kendi vatandaşı olduğunu belirleme yetkisini tanır; ancak bu yetkinin ayrımcılık yasağına ve orantılılık ilkesine uygun kullanılmasını şart koşar. Cinsiyet, ırk, renk, din, ulusal ya da etnik köken gibi nedenlerle vatandaşlığın kazanılması veya kaybında farklı muamele yapılmasını yasaklar.

Vatandaşlığın kazanılması bakımından sözleşme özellikle:

  • Doğumla vatandaşlıkta, soy bağı ve doğum yeri esaslarının vatansızlığı önleyecek şekilde kullanılmasını,
  • Çocukların, evlilik dışı doğum veya ebeveynlerin statüsü nedeniyle dezavantajlı duruma düşmemesini,
  • Naturalizasyon süreçlerinde makul, öngörülebilir ve şeffaf şartlar öngörülmesini,

talep eder.

Vatandaşlığın kaybı konusunda ise, keyfi uygulamaları sınırlayan ayrıntılı hükümler getirir. Vatandaşlıktan çıkarma veya kaybettirme kararlarının:

  • Kanunda açıkça öngörülmüş sebeplere dayanması,
  • Geriye yürümemesi,
  • İlgili kişiye itiraz ve yargısal denetim imkânı tanıması,
  • Mümkün olduğunca vatansızlığa yol açmaması

gerektiğini vurgular. Böylece vatandaşlık, tek taraflı ve sürpriz idari işlemlerle kolayca kaybedilebilen kırılgan bir bağ olmaktan çıkarılmaya çalışılır.

Antlaşmalarla toplu vatandaşlık kazanımı bakımından getirdiği güvenceler

Avrupa Vatandaşlık Sözleşmesi, özellikle devlet halefiyeti, sınır değişiklikleri veya barış antlaşmaları sonucunda ortaya çıkan toplu vatandaşlık kazanımı ve kaybı durumlarına da temas eder. Bu tür hallerde, bireylerin iradesinin tamamen yok sayıldığı, bir gecede vatandaşlığın değiştiği tarihsel örneklerin yarattığı sorunları azaltmayı hedefler.

Sözleşme ve onu tamamlayan statüsüzlüğün önlenmesine ilişkin bölgesel düzenlemeler birlikte okunduğunda, şu güvenceler öne çıkar:

  • Toplu vatandaşlık düzenlemelerinde vatansızlığın önlenmesi temel ölçüttür; yeni vatandaşlık verilmeden önce eski vatandaşlığın otomatik kaybı öngörülmemelidir.
  • Devlet halefiyeti veya sınır değişikliği ile vatandaşlık statüsü etkilenen kişilere, mümkün olduğunca seçim hakkı (hangi devletin vatandaşı olmak istediklerini beyan edebilme) tanınması teşvik edilir.
  • Toplu vatandaşlık kazanımı veya kaybı, gizli idari işlemlerle değil, açık ve erişilebilir hukuk kurallarıyla yapılmalı; etkilenen kişilere bilgi verilmelidir.

Bu güvenceler sayesinde, antlaşmalarla vatandaşlık kazanımı artık sadece devletler arası bir “nüfus devri” tekniği olarak değil, bireyin haklarını merkeze alan bir süreç olarak tasarlanmak zorundadır.

Vatansızlığın önlenmesi için yapılan uluslararası sözleşmeler

1954 ve 1961 tarihli statüsüzlük sözleşmelerinin vatandaşlıkla ilişkisi

1954 tarihli Vatansız Kişilerin Statüsüne İlişkin Sözleşme, doğrudan vatandaşlık kazandırmaz; esas amacı, zaten vatansız olan kişilerin hukuki statüsünü tanımlamak ve bu kişilere asgari hak ve güvenceleri sağlamaktır. Sözleşme, “vatansız kişi”yi hiçbir devlet tarafından vatandaşı olarak kabul edilmeyen kişi şeklinde tanımlar ve ikamet, çalışma, eğitim, seyahat belgesi gibi alanlarda koruma standartları getirir.

1961 tarihli Vatansızlığın Azaltılmasına İlişkin Sözleşme ise doğrudan vatandaşlık hukukuna müdahale eder. Devletlere, belirli durumlarda vatandaşlık vermek zorunda bırakan pozitif yükümlülükler getirir. Örneğin, kendi ülkesinde doğan ve başka türlü vatansız kalacak kişilere vatandaşlık tanınmasını, vatandaşlıktan çıkarma veya kayıp hallerinde vatansızlık yaratılmamasını, evlilik, boşanma, evlat edinme gibi medeni hal değişikliklerinde de vatansızlığın önlenmesini öngörür.

Bu iki sözleşme birlikte düşünüldüğünde, biri vatansız kişilerin haklarını koruyan, diğeri ise devletlerin vatandaşlık kurallarını vatansızlığı azaltacak şekilde düzenlemeye zorlayan tamamlayıcı bir çerçeve oluşturur.

Devlet halefiyetinde vatansızlığın önlenmesine dair Avrupa Sözleşmesi

Avrupa Konseyi’nin 2006 tarihli Devlet Halefiyeti Bağlamında Vatansızlığın Önlenmesine İlişkin Sözleşmesi, bir devletin bölünmesi, dağılması veya toprak devri gibi durumlarda ortaya çıkan vatandaşlık sorunlarına odaklanır.

Bu sözleşme, halefiyet sürecinde:

  • Hem önceki devletin hem de halef devletlerin, kişilerin vatansız kalmamasını sağlama yükümlülüğünü vurgular.
  • Kişilerin alışılmış ikametgahı, gerçek bağları ve aile birliği gibi kriterlerin vatandaşlık belirlemede esas alınmasını önerir.
  • Doğumla vatansızlığın önlenmesi, vatansız kişilere vatandaşlık edinmede kolaylık sağlanması ve ispat yükünün makul şekilde düzenlenmesi gibi ayrıntılı kurallar getirir.

Böylece, özellikle Doğu Avrupa ve eski federasyonların dağılması gibi süreçlerde görülen kitlesel vatansızlık riskine karşı bölgesel bir güvence mekanizması oluşturur.

Antlaşmaların vatansızlık riskini azaltmak için kullandığı mekanizmalar

Uluslararası sözleşmeler, vatansızlık riskini azaltmak için birkaç temel hukuki mekanizma kullanır:

  1. Doğumda vatandaşlık güvencesi 1961 Sözleşmesi, bir devletin ülkesinde doğan ve başka türlü vatansız kalacak kişilere vatandaşlık verilmesini zorunlu kılar. Bu, özellikle göçmen kökenli veya belgesiz ailelerin çocuklarının vatansız kalmasını engeller.

  2. Vatandaşlıktan çıkarma ve kaybına sınırlamalar Aynı sözleşme, vatandaşlıktan çıkarma işlemlerinin vatansızlık sonucunu doğurmamasını temel ilke haline getirir; ırk, etnik köken, din veya siyasi görüşe dayalı vatandaşlıktan çıkarma ise kesin biçimde yasaklanır.

  3. Toprak devri ve devlet halefiyetinde özel hükümler 1961 Sözleşmesi, toprak devri halinde yapılacak antlaşmalarda kişilerin vatansız kalmamasını şart koşar; Avrupa’daki halefiyet sözleşmesi ise hangi devletin kime vatandaşlık vereceğini ayrıntılı kriterlerle belirler.

  4. Vatansız kişilere kolaylaştırılmış vatandaşlık 1954 Sözleşmesi, vatansız kişilerin bulundukları ülkede uzun süreli ikamet, çalışma ve belge edinme haklarını güçlendirerek, ulusal hukukta öngörülen kolaylaştırılmış vatandaşlığa alınma yollarının fiilen kullanılabilmesini destekler.

Bu mekanizmalar sayesinde, hem yeni vatansızlık vakalarının ortaya çıkması sınırlandırılır hem de mevcut vatansız kişilerin zaman içinde etkili bir vatandaşlığa kavuşmasının önü açılır.

Devlet halefiyeti ve antlaşmalarla vatandaşlık kazanımı

Devletin bölünmesi, ayrılması, birleşmesi hallerinde genel çerçeve

Devlet halefiyeti, bir devletin bölünmesi, parçalanması, ayrılması ya da başka bir devletle birleşmesi sonucunda ortaya çıkan yeni devletlerin, önceki devletin hak ve yükümlülüklerini hangi ölçüde devralacağını ifade eder. Bu süreçte en hassas konulardan biri vatandaşlığın nasıl belirleneceğidir.

Uluslararası hukuk, vatandaşlığın esasen devletlerin egemenlik alanına ait olduğunu kabul eder; ancak halefiyet durumlarında keyfiliği sınırlayan bazı ilkeler ve sözleşmeler geliştirilmiştir. Devletler, genellikle halefiyet sürecini düzenleyen barış, dostluk veya ayrılma antlaşmalarında, hangi kişilerin hangi devletin vatandaşı sayılacağını ayrıntılı biçimde belirlemeye çalışır.

Bölünme (örneğin Çekoslovakya’nın iki devlete ayrılması), ayrılma (bir bölgenin mevcut devletten koparak yeni bir devlet kurması) veya birleşme (iki ya da daha fazla devletin tek devlet haline gelmesi) senaryolarında temel amaç, mümkün olduğunca az sayıda kişinin vatansız kalması ve kişilerin iradesine makul ölçüde saygı gösterilmesidir.

Halef devletlerin vatandaşlık belirleme kriterleri (ikamet, etnik bağ, doğum yeri vb.)

Halef devletler vatandaşlık dağılımını yaparken genellikle birden fazla kriteri birlikte kullanır. En yaygın ölçüt, alışılmış ikametgâh yani kişinin fiilen ve sürekli yaşadığı yerdir. Kişi hangi bölgede yerleşik ise, o bölgeyi devralan veya o bölgede kurulan devletin vatandaşı sayılması temel kural haline gelmiştir.

Buna ek olarak:

  • Doğum yeri (jus soli): Özellikle sınırları değişen bölgelerde, o topraklarda doğmuş olmak ek bir bağ olarak dikkate alınabilir.
  • Soy bağı veya etnik/kültürel bağ: Bazı halef devletler, belirli bir etnik gruba mensup kişilere kendi vatandaşlığını seçme imkânı tanır. Bu, özellikle çok uluslu imparatorlukların dağılması sonrasında sık görülmüştür.
  • Vatandaşlık seçme hakkı (opsiyon): Kişilere belirli bir süre içinde hangi devletin vatandaşlığını tercih edeceklerini beyan etme hakkı tanınabilir. Bu hak, ikamet veya soy bağı gibi objektif kriterlerle birlikte kullanılır.
  • Aile birliği: Eş ve küçük çocukların aynı vatandaşlıkta toplanması, aile bütünlüğünü korumak için gözetilen bir başka ölçüttür.

Bu kriterler, çoğu zaman bir antlaşma metninde veya halef devletlerin iç hukukunda ayrıntılandırılır. Amaç, hem yeni devletlerin demografik ve siyasi ihtiyaçlarını hem de bireylerin özel durumlarını dengelemektir.

Birden çok devlet vatandaşlığı iddia ettiğinde ortaya çıkan çatışmalar

Devlet halefiyeti süreçlerinde bazen tam tersi bir sorun ortaya çıkar: Bir kişi üzerinde birden fazla devlet vatandaşlık iddiasında bulunabilir. Örneğin kişi, eski devletin vatandaşı iken yeni kurulan iki halef devlette de ikamet etmiş, aile bağları farklı devletlere dağılmış veya hem soy bağı hem doğum yeri farklı halef devletlere işaret ediyor olabilir.

Bu durumda:

  • Bir devlet, kişiyi kendi vatandaşı sayarken, diğeri de benzer hukuki gerekçelerle aynı kişiyi vatandaş kabul edebilir ve çifte hatta çoklu vatandaşlık doğabilir.
  • Tersine, her iki devlet de kişiyi “diğerinin vatandaşı” olarak görüp sorumluluk almak istemezse, kişi fiilen vatansız kalma riskiyle karşılaşabilir.

Çatışmalar genellikle şu alanlarda somutlaşır: askerlik yükümlülüğü, vergi, diplomatik koruma ve sınır dışı etme işlemleri. Uluslararası hukuk, bu tür durumlarda vatansızlığın önlenmesini ve kişilerin iradesine makul ölçüde saygı gösterilmesini öne çıkarır. Devletler arası antlaşmalarla, hangi kişilerin hangi vatandaşlığı taşıyacağı netleştirilmeye, çifte vatandaşlıkların ya kabul edilmesi ya da belirli usullerle azaltılması hedeflenir.

Sonuç olarak, devlet halefiyeti ve antlaşmalarla vatandaşlık kazanımı, sadece teknik bir hukuk meselesi değil; bireylerin kimliğini, aidiyet duygusunu ve temel haklara erişimini doğrudan etkileyen, son derece hassas bir alandır.

Diplomatik ve konsolosluk sözleşmelerinde vatandaşlıkla ilgili hükümler

Diplomatik personel ve ailelerinin vatandaşlık kazanamaması ilkesi

Diplomatik ve konsolosluk sözleşmeleri, temel olarak görev yapan personelin gönderen devlete bağlılığını korumayı amaçlar. Bu nedenle genel ilke, bir diplomatın veya ailesinin görev yaptığı devlette kolayca vatandaşlık kazanmaması yönündedir.

Viyana Diplomatik İlişkiler ve Konsolosluk İlişkileri sözleşmeleri çerçevesinde, kabul eden devletin, görevli diplomatlara geniş dokunulmazlık ve ayrıcalıklar tanıdığı bilinir. Bu statü, o kişilerin hukuken “yerleşik” sayılmamasına yol açar. Yerleşik sayılmayan bir kişinin, o ülkenin genel ikamet süresine dayalı vatandaşlık rejiminden yararlanması da kural olarak beklenmez.

Birçok ülke, iç hukukunda açık hükümlerle, görevli diplomatların ve aile bireylerinin, görev süresi boyunca vatandaşlık başvurusu yapamayacağını ya da bu başvuruların istisnai rejime tabi olacağını düzenler. Böylece hem çıkar çatışması hem de sadakat sorunu doğmasının önüne geçilmeye çalışılır.

Uzun süreli görev, evlilik ve yerleşim durumlarında ortaya çıkan sorunlar

Uygulamada sorunlar, özellikle uzun süre aynı ülkede görev yapan diplomatlar ve onların aileleri bakımından ortaya çıkar. Yıllarca aynı ülkede yaşayan, çocukları orada doğan ve eğitim gören aileler, fiilen o ülkeye bağlanabilir. Buna rağmen, diplomatik statü nedeniyle klasik “ikamet süresine dayalı vatandaşlık” şartlarını sağlasalar bile, hukuken bu ikamet çoğu zaman sayılmamış kabul edilir.

Bir diğer tartışmalı alan, diplomatın veya aile bireyinin evlilik yoluyla vatandaşlık talep etmesidir. Bazı devletler, diplomatik statü devam ettiği sürece evlilikten doğan kolaylaştırılmış vatandaşlık hükümlerini uygulamaz ya da ek güvenlik incelemesi öngörür. Bu da, aynı evlilik durumunda olan sıradan yabancılarla diplomat aileleri arasında farklı muamele tartışmasını gündeme getirir.

Görev süresi bittikten sonra da sorunlar devam edebilir. Uzun yıllar görev yapmış, ülkede sosyal ve ekonomik bağ kurmuş kişilerin, statüleri sona erdiğinde ikametlerinin nasıl sayılacağı, hangi tarihten itibaren “normal yabancı” gibi değerlendirilecekleri, her ülkenin vatandaşlık kanununda farklı çözümlere bağlanmıştır.

Bu tür sözleşmelerin ulusal vatandaşlık hukukuna etkisi

Diplomatik ve konsolosluk sözleşmeleri, doğrudan vatandaşlık vermez; ancak vatandaşlık kazanımına ilişkin sınırları çizer. Devletler, vatandaşlık kanunlarını hazırlarken bu uluslararası yükümlülükleri dikkate almak zorundadır. Örneğin:

  • Diplomatik personelin görev yaptığı ülkede yerel hukuka tabi sayılmaması,
  • Görevli ve ailesinin ikametinin, çoğu zaman “sürekli yerleşme” olarak kabul edilmemesi,
  • Bazı hallerde, görevli kişinin bulunduğu ülkede doğan çocuğun, o ülkenin “toprak esasına” dayalı vatandaşlık rejiminden istisna tutulması,

gibi sonuçlar, doğrudan bu sözleşmelerin etkisidir.

Bu çerçevede ulusal vatandaşlık hukuku, bir yandan egemenlik yetkisini kullanırken, diğer yandan diplomatik ilişkilerin sağlıklı yürütülmesi için kabul edilen uluslararası kurallara uyum sağlamak zorundadır. Sonuçta, diplomatik ve konsolosluk sözleşmeleri, vatandaşlık hukukunda özel statülü bir yabancılar grubu yaratır ve devletlerin vatandaşlık politikasını bu özel statü etrafında şekillendirmesine yol açar.

Ulusal hukuk ile uluslararası antlaşmalar çatıştığında vatandaşlık nasıl belirlenir?

Ulusal vatandaşlık kuralları ile uluslararası antlaşmalar aynı kişi hakkında farklı sonuçlara yol açtığında, temel soru şudur: Devletin kendi kanunu mu, yoksa taraf olduğu uluslararası düzenleme mi esas alınacak? Günümüzde genel eğilim, özellikle insan hakları boyutu olan vatandaşlık uyuşmazlıklarında, uluslararası hukuka daha fazla ağırlık verilmesi yönündedir. Ancak bunun nasıl yapıldığı, her ülkenin anayasal sistemine ve antlaşmalara verdiği hukuki değere göre değişir.

Uluslararası hukuka uygunluk ve iç hukukun uyum yükümlülüğü

Uluslararası hukukta devletler, taraf oldukları antlaşmalara uymakla yükümlüdür. Bu, klasik ifade ile “pacta sunt servanda” ilkesidir. Devlet, iç hukukunu gerekçe göstererek bir antlaşma yükümlülüğünden kaçınamaz. Bu nedenle vatandaşlık alanında da, bir ülke hem kendi vatandaşlık kanununa hem de taraf olduğu insan hakları ve statüsüzlük sözleşmelerine uygun hareket etmek zorundadır.

Birçok anayasa, uluslararası insan hakları antlaşmalarına iç hukuktan üstün veya en azından kanunlarla eşit bir statü tanır. Böyle sistemlerde, vatandaşlığın keyfi olarak geri alınması, kişiyi vatansız bırakacak uygulamalar ya da ayrımcı vatandaşlık düzenlemeleri, ulusal kanun buna izin verse bile, uluslararası yükümlülükler nedeniyle geçersiz sayılabilir. Devletin pozitif yükümlülüğü, vatandaşlık kurallarını antlaşmalarla uyumlu hale getirmek ve uygulamada da bu uyumu gözetmektir.

Antlaşmaların iç hukuka aktarılması (onay, uygulama kanunu vb.)

Uluslararası antlaşmaların vatandaşlık alanında etkili olabilmesi için, çoğu ülkede belirli bir onay ve iç hukuka aktarma süreci gerekir. Genel olarak üç aşamadan söz edilebilir:

  1. İmza ve onay: Yürütme organı antlaşmayı imzalar, ardından parlamento onaylar. Bazı ülkelerde anayasa mahkemesi ön incelemesi de yapılabilir.
  2. Yayımlanma: Antlaşmanın resmi gazetede yayımlanması, bireylerin erişebilmesi ve bağlayıcılığın iç hukukta başlaması açısından önemlidir.
  3. Uygulama kanunu: Özellikle vatandaşlık gibi ayrıntılı teknik alanlarda, antlaşmanın hükümlerini somutlaştıran yeni bir vatandaşlık kanunu veya mevcut kanunda değişiklik yapılır.

Bazı hukuk sistemlerinde antlaşmalar doğrudan uygulanabilir kabul edilir ve vatandaşlıkla ilgili hükümler, ayrıca bir kanuna gerek olmadan hâkim tarafından doğrudan uygulanabilir. Diğerlerinde ise antlaşma, ancak iç hukuka aktarılıp kanunlaştırıldıktan sonra bireyler bakımından sonuç doğurur. Bu fark, çatışma anında hangi normun esas alınacağını da belirler.

Çatışma hallerinde uluslararası yargı organlarının (AİHM, UAD) yaklaşımı

Ulusal hukuk ile antlaşma hükümleri çatıştığında, konu uluslararası yargı organlarının önüne taşınabilir. Vatandaşlık bakımından en çok başvurulan merci, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)’dir. AİHM, vatandaşlığın doğrudan Sözleşme ile güvence altına alınmış bir hak olmadığını kabul etmekle birlikte, vatandaşlıkla ilgili işlemleri:

  • özel ve aile hayatına saygı,
  • ayrımcılık yasağı,
  • etkili başvuru hakkı

gibi hükümler üzerinden denetler. Mahkeme, özellikle keyfi vatandaşlıktan çıkarma, kişiyi fiilen vatansız bırakma, etnik veya siyasi saiklerle farklı muamele gibi durumlarda devletleri sorumlu tutabilmektedir. Bu kararlar, ilgili devletin vatandaşlık mevzuatını ve uygulamasını değiştirmesine yol açarak fiilen iç hukuku dönüştürür.

Uluslararası Adalet Divanı (UAD) ise daha çok devletler arası uyuşmazlıklarda, örneğin bir kişinin hangi devletin vatandaşı sayılacağı, diplomatik koruma kullanılıp kullanılamayacağı gibi konularda devreye girer. Divan, geçmiş içtihadında vatandaşlığın esasen devletlerin takdirinde olduğunu kabul etmekle birlikte, bu takdirin uluslararası hukuka uygun, makul ve gerçek bağa dayalı olması gerektiğini vurgulamıştır. Böylece, ulusal vatandaşlık kurallarının tamamen sınırsız bir egemenlik alanı olmadığı, uluslararası hukukun asgari standartlarına tabi olduğu açıkça ortaya konmuştur.

Birey açısından antlaşmalarla vatandaşlık kazanımının sonuçları

Hak ve özgürlükler bakımından yeni vatandaşlığın etkileri

Antlaşmalar yoluyla vatandaşlık kazanımı, bireyin hukuki statüsünü kökten değiştirir. Yeni vatandaşlık, o devletin anayasal düzeninde tanınan siyasal haklara, sosyal haklara ve ekonomik imkânlara erişim anlamına gelir. Oy kullanma, seçilme, kamu görevine girme, sosyal güvenlikten yararlanma, eğitim ve sağlık hizmetlerine erişim gibi alanlarda genellikle tam hak sahipliği doğar.

Bunun yanında, yeni vatandaşlık çoğu zaman seyahat özgürlüğü, yerleşme ve çalışma serbestisi bakımından da önemli avantajlar sağlayabilir. Özellikle bölgesel entegrasyon yapıları içinde (örneğin birlik veya ortak pazar oluşturan devletler) bir devletin vatandaşlığını kazanmak, diğer üye ülkelerde serbest dolaşım ve çalışma imkânı da yaratabilir.

Ancak antlaşmayla toplu vatandaşlık kazanımında, herkesin aynı ölçüde yararlandığı söylenemez. Dil bilmeyen, ekonomik olarak kırılgan gruplar veya azınlık toplulukları, yeni vatandaşlığın getirdiği haklardan fiilen yararlanmakta zorlanabilir. Bu nedenle uluslararası hukuk, ayrımcılık yasağı, hukuki güvenlik ve etkili başvuru hakkı gibi ilkelerle bireyin korunmasını öne çıkarır.

Eski vatandaşlığın kaybı, çifte vatandaşlık ve yükümlülükler

Antlaşmalar bazen yeni vatandaşlığı otomatik olarak verirken, eski vatandaşlığın kendiliğinden sona ermesini de öngörebilir. Bu durumda kişi, iradesi dışında tek vatandaşlığa düşebilir. Bazı devletler ise antlaşma uyarınca yeni vatandaşlığı tanırken, eski vatandaşlığın korunmasına veya belirli süre içinde tercih yapılmasına izin verir.

Çifte vatandaşlık ortaya çıktığında, bireyin askerlik, vergi, kamu hizmeti gibi yükümlülükleri karmaşık hale gelebilir. İki devlet de kişiyi “kendi vatandaşı” saydığında, hangi devletin hangi yükümlülüğü isteyebileceği, çoğu zaman yine ikili veya çok taraflı antlaşmalarla düzenlenir. Ayrıca, diplomatik koruma ve konsolosluk yardımı bakımından da çifte vatandaşların durumu özel kurallara tabidir; kişi, bulunduğu ülkede aynı zamanda o ülkenin vatandaşıysa, diğer devletin diplomatik korumasından yararlanamayabilir.

Eski vatandaşlığın kaybı, miras, sosyal güvenlik birikimleri, emeklilik hakları ve aile birleşimi gibi alanlarda da sonuç doğurur. Bu nedenle modern antlaşmalarda, vatansızlık yaratmama ve kazanılmış haklara saygı ilkeleri giderek daha fazla vurgulanmaktadır.

Başvuru, itiraz ve yargısal denetim imkânları (örnek dava türleriyle)

Antlaşmalarla vatandaşlık kazanımı çoğu zaman “toplu” ve “otomatik” görünse de, bireyin başvuru ve itiraz hakkı tamamen ortadan kalkmaz. Kişi, kendisine vatandaşlık tanınmadığını, yanlış devlete vatandaş yazıldığını veya haksız yere eski vatandaşlığının düşürüldüğünü düşünüyorsa, öncelikle ilgili devletin idari makamlarına başvurabilir.

Bu süreçte:

  • Vatandaşlık tescili veya kimlik belgesi verilmemesine karşı idari dava,
  • Vatandaşlığın reddi ya da kaybına ilişkin kararlara karşı iptal davası,
  • Ayrımcı uygulamalar için eşitlik ilkesinin ihlali iddiasıyla yargı yoluna başvuru, gibi yollar gündeme gelebilir.

Bazı durumlarda, iç hukuk yolları tüketildikten sonra, birey bölgesel insan hakları mahkemelerine veya uluslararası denetim organlarına başvurabilir. Örneğin, vatandaşlık statüsünün keyfi biçimde reddedildiği, kişinin vatansız bırakıldığı ya da aile hayatına saygı hakkının ihlal edildiği iddiaları, insan hakları sözleşmeleri çerçevesinde incelenebilir.

Sonuç olarak, antlaşmalarla vatandaşlık kazanımı birey için sadece yeni bir pasaport değil; haklar, özgürlükler ve yükümlülükler bakımından kapsamlı bir statü değişikliği anlamına gelir. Bu değişikliğin adil ve öngörülebilir olması, etkili başvuru ve yargısal denetim mekanizmalarının varlığına sıkı sıkıya bağlıdır.

Soru Sor Danışmanlık Talep Et